28 Haziran 2012

Kötü Haberi Vereyim Dedim...

Dün Güzin Abla'ya 14 yaşında birisi yazmış. Yazının başlığı "Hayatımda hep bir şeyler eksik"  Allah allah bunun derdi neymiş acep dedim, okumaya başladım yazıyı. Orta sona gidiyormuş bu cici kız. Arkadaşları ile iyi geçiniyormuş ama bir sorun varmış hep. Onu eleştiriyorlarmış çok, arkasından konuşuyorlarmış, kıskananlar kavga çıkarmak istiyormuş. Ama cici kız kimsenin ona söz geçirmesine izin vermiyormuş tabii. Aferin! Öyle olsun hep.

Sınavlar çok yoruyormuş onu. Eve gidince test çöz, dershaneye gidince test çöz diyorlarmış sürekli. Test çözmekten okuldaki klasik sınavları yapamaz olmuş :/

"Oyun yaşım değil, ama 12 yaşındayken de test çözüyordum ben. Arkadaşlarıma bakıyorum hep geziyorlar eğleniyorlar, tek ben mi böyleyim diyorum. Yıllar geçiyor hayatım hep aynı, çocukluğumu yaşayamadım, gençliğimi yaşamak istiyorum istiyorum." demiş tam olarak son paragraflarda.

Tam burada ona yazının başlığını içeren durumdan bahsetmek zorundayım.

Sen çocukluğunu yaşayamadın, gençliğini de yaşamayacaksın, hatta büyüyünce de hiçbir şey değişmeyecek.

Biraz detay geçeyim neler olacak;

Liseye başlayınca aslında ortaokulun ne kadar da basit olduğunu anlayacaksın. O kadar çok zorlanacaksın ki eben şoolacak! Sınavlar daha kol gibi ne yazık ki. 9. sınıfın sonunda sana zorla bölüm seçtirecekler. Sen edebiyat yapıp tarih ve matematik yapamazken illa edebiyatla birlikte ikisinden birini seçmek zorunda kalacaksın. Kimya yaparken fizik yapamama gibi bir hakkın yok. Onu da yapabilmek zorundasın. Matematikten anlıyorsun ya edebiyat ya da fen bilimlerini yapmak zorundasın... Seçimden sonraki 3 yılın bunlara gidecek. Lise 2 belki daha rahat olur dershaneye gitmezsen tabii o da. Sen 3. sınıfta üniversite sınavına hazırlanmaya başladığında, sen sınava girene kadar devlet 30 kere sınavın sistemini değiştirecek. Hep yeni bir şeyler öğrenmek, yeni bir şeyler için çabalamak zorunda kalacaksın. Zaten 3. ve 4. sınıf dersleri yeterince ağır değilmiş gibi bir de yeni yeni konular saçma sapan şeyler ekleyecekler müfredata. Annenler seni anlamayacaklar çünkü "bu işlerin" her sene daha da zorlaştığından haberleri olmayacak. Onlar hala öss'yi kendi zamanlarındaki gibi kabul edecekler. Halbuki 1996 yılında klonlama yapıldı hooop bu biyoloji müfredatına eklendi, sen artık bunu da öğreniyorsun ama onlar hala senin kendileriyle aynı şeyleri öğrendiğini düşünecekler. Her sene her alanda keşfedilen her şeyi öğrenmek beynine kazımak zorunda kalacaksın. Hem de hiçbir işine yaramayacak onlar senin... Test çözmeye 12 yaşından itibaren alıştığın için sevin bence. Çünkü hayatının geri kalanı boyunca test çözeceksin. Kpss, üds, ales, tus, kpds falan bunların hepsi test. Anlayacağın sonu yok.... Ve sen bir tarz sınava tam adapte olduğunda hooop sana diğer tarz sınav yapmaya başlayacaklar. Lise 1 ve 2 de klasik sınava alışmışken 3 ve 4 te dershane de hep test olacak okulda klasik olacak. Tam teste adapte olmuşken üniversiteye gireceksin ve sana 4-5 soru soracaklar bir sınavda ve senden onu 2 saate yapmanı bekleyecekler ama sen 5 saat verseler bile yapamayacaksın muhtemelen. Sürekli ders çalışacaksın sürekli, çünkü üniversite liseden de zor olacak. Diyeceksin "lise ne kadar kolaymış lan bu ne böyle ebem şoooldu." İşte sen tam bu üniversite klasik sınavlarına adapte olmuşken, devlet seni gene bir sürü test sınavına sokacak... Çok zorlanacaksın hem de çok...... Eğer fark edebilmeyi başarırsan en iyisinin anaokulu olduğunu fark edersin. Oradan mezun olmayacaktın saf saf... Neyse, kısmet...

Tüm bunlar olurken eğer şanslıysan "gezersin". Lisedeyken genelde aileleri -özellikle kız- çocuklarına izin vermezler. Zaten vakit de az, dershaneden kaçamazsın evi falan arıyorlar. Üniversite de eğer aile barajını atlatabildiysen geziyorsun, ama dikkat et ipin ucunu kaçırdın mı sınıfta kalıyorsun, böylece 4 senede bitireceğin okulu 5 senede bitirmeyi göze almak zorunda kalıyorsun. Tabii bu da iyimser bi bakış açısı, genelde üniversite 4 senede bitmiyor...

Henüz 14 yaşındasın ve emin ol o arkamdan konuşuyor dediklerin şimdilik sadece kendi aralarında sohbet ediyorlar. İleride o ibişler ergenliğe tam olarak girdiğinde daha fena olacaklar. Hepsi bencil manyak sahtekar pisliklere dönüşecekler. Erkekler kalbini kıracak, ailen seni anlamayacak, öğretmenlerin hep üzerinde baskı kuracak. Arkadaş dediklerin kendi çıkarları uğruna tüm dünyayı yakıp yıkacak hale gelecek.

Üniversitede de bir avuç arkadaşın olacak zaten. Ama başta dediğim gibi, üniversite; liseden de, ortaokuldan da, boktan püsürden de daha zor olacak. Muhtemelen millet seninle kavga etmeye, uğraşmaya yanaşmayacak bile. Kendi  yoluna bakacak...

Ben de 20 yaşındayım daha ama Allah'a şükür gözüm erken açıldı. Anladım ki bundan sonrası da çok farklı değil. İş hayatında, ailenden ayrı eve çıktığında, evlendiğinde falan rahatlamıyorsun. Gittikçe her şey daha da zorlaşıyor. İş yerinde her gün bir klasik sınav oluyorsun sanki öyle düşün. Her gün 9-10 saat çalışmak insanda o kafayı yapıyor çünkü. Eğer rahat bir işin olursa -ki çok zor- haftasonuna veya akşama eve iş getirmezsin de gezmeye vaktin olur. Ama insanlar büyümüş oldukları için egoları da kendileri ile birlikte büyümüş olacak. Etrafında "adam gibi adam" diyebileceğin çok az insan olacak. Diğerleri ile de ne kadar gezip tozmak istersin bilemeyeceğim... Herhalde istemezsin.

65 yaşında emekli olduğunda, eğer müthiş bir avantajın yoksa; muhtemelen emeklilik süren boyunca bel, baş ağrıları, tansiyon, şeker, kalp gibi rahatsızlıklarla uğraşırken, bir de "para sıkıntısı" çekeceksin. Sağlığınla ilgili yapabileceklerin de ne yazık ki paran olup olmamasına bağlı. Çünkü zamanında sana yığınla test yapan o devlet, senin sağlığınla da pek ilgilenmeyecek. 6 ay sonrasına randevu falan verecek doktorda. Ya işte böyle.

Altına yaptığında bezini değiştirdikleri zamanın sonundan, senin ölünü tabuta koydukları zamana kadar geçen süre içerisinde hep bir şeyler eksik olacak ne yazık ki. Merak etme ölü bedenin camideyken her şey mükemmel olacak herkes orada olacak. Sonra da rahat rahat uyursun zaten. sabah 7.30'da alarm ötmeyecek.


Kötü haber buydu. Önceden hazırlıklı ol ki, sonra daha az acıtsın. Hayat çok sıkıcı. Çok da boktan. Çözümü de yok. Belki başka ülkeye gidersen şartlar daha iyi olur ama gene de mükemmeli yakalayamazsın. Her yerde bir sorun olacak çünkü. Sen git matematik çöz de, iyi bir okula gir. Vakit kaybetme en iyisi.

19 Haziran 2012

Sıcaktan Ne Dediğimi Biliyor Muyum Ben???

İzninizle ben bugün biraz yakınmak istiyorum. (Sanki hiç yapmadığım şey)

Bu sıcak yaz günlerinde herkesin dolup taştığı konular var bir sürü bir sürü. Ucundan değinmek gerekirse;

Yazın çalışmak istemiyorsunuz. Sıcak olsun istemiyorsunuz. İşten geç çıkmak istemiyorsunuz. Sabah kalkmak istemiyorsunuz. Güneşlenirken pişmemek istiyorsunuz. Patronunuz sizi kırmızı halı ile karşılasın istiyorsunuz. Çok paranız olsun istiyorsunuz. Yaz okulu olmasın istiyorsunuz. Hocalar bütünlemelere bırakmasınlar istiyorsunuz. Okulda öğrendiğiniz gereksiz şeylerle kafanızı doldurmak istemiyorsunuz. Sevgiliniz sizi hem kıskansın hem çok kıskanmasın istiyorsunuz. Sevişmek istiyorsunuz sarılıp uyumak istiyorsunuz ama sıcaktan uyuyamıyorsunuz bile. Memeler özgür kalsın istiyorsunuz. Kızların bıyıkları erkeklerin kol altı kılları olmasın istiyorsunuz. Her istediğiniz anında olsun istiyorsunuz. Bilgisayar başındayken bilgisayarın ısınmamasını istiyorsunuz. Sıktığınız deodorantların gerçekten terlemeyi önlemesini istiyorsunuz. Kilo almak istemiyorsunuz, hatta yiyip yiyip fit kalmak istiyorsunuz. Erkekler işerken etrafa sıçratmasın, filmler mutlu sonla bitsin, ayrı kalanlar kavuşsun istiyorsunuz. Sevgililerinizin eski sevgilileri yeni sevgili bulsun istiyorsunuz. Bütün gün TV başında yarı uyur vaziyette zap yapmak istiyorsunuz. Anneniz sizi anlasın her şeye “he” desin istiyorsunuz. Bulaşıklar birikmesin kediniz yere işemesin istiyorsunuz. Kendi takımınız her sene şampiyon olsun, facebook profiliniz zaman tüneline geçmesin istiyorsunuz. Buralara yaz günü kar yağsın, İstanbul’dan İzmir’e ışınlanmak mümkün olsun istiyorsunuz(Tabii bu daha geniş coğrafyalara da yayılabilir). Tırnaklarınız kırılmasın, ojeleriniz çıkmasın, kimse doğum gününüzü unutmasın, herkes sizi sevsin, her şey sizin çıkarlarınıza göre olsun istiyorsunuz. Yalnızlık bitsin, “yalan rüzgârı” hiç bitmesin istiyorsunuz. İnsanlar yalan söylemesin, pandalar ölmesin, fok balıkları yalnız olmasın istiyorsunuz.

Bir de şu an bu liste daha fazla uzamasın istiyorsunuz gibi hissettim. Benim de bunların arasında birkaç temennim var tabii. Hatta fazladan şeyler de olabilir. En zoru da yalnızlık be gardaş. Sıcak yaz günlerinde herkes bir elinde çanta diğer elinde ayfon, kolunda manita kendini havuzlara atarken, ben burada oturmuş yazı yazıyorum. Bütün kış fakirlikten yakınıp şimdi 5 yıldızlı otellere tatile giden insanlara sesleniyorum; “Bizi iyi uyuttunuz hacı, helal olsun valla. Peeh!”

Açarım Assassasin’s Creed’imi, oynarım ben de. Zalimin zulmü varsa, sevenin Desmond Miles’ı var. Tavsiye de ederim herkese, çok güzel oyun. Hele de hanımlar! Erkeklerin kalbine giden yol, ayağınıza geldi! 5 dakikada yapılıyor, hemen teslim ediliyor. Futbol sizi bayıyorsa, bilgisayar oyunlarına yönelin, konuşacak ortak nokta yaratmanın yolu çoook. Neyse vaaz vermeye gelmedim bugün. Özellikle yakınmaya gelmiştim.

Twitter’da Facebook’ta paylaştığınız tatil resimlerine alıştım, üzülmeyin. Bir yerden sonra he deyip geçiyor insan. Bu kaslardaki eşik değer gibi. Nöronlarda mıydı yoksa yahu o? Pazar günü fen LYS'sine gireceğim ben bir de ya, daha kendimden haberim yok. Hof.


Bu iğrenç yazıyı okutturup, size yeterince vakit kaybettirebildiysem ne mutlu bana. Şimdi bir çoğunuz önce bana en güzel küfürleri edip sonra da benim gibi sıkılmaya devam edebilirsiniz. Size bu zorlu yaz günlerinde sessiz çalışan vantilatör, klima ve sınırsız birayla dondurma diliyorum. Esen kalın, serin yerde muhafaza edin kendinizi.

5 Haziran 2012

Kime bakmıştın, tanıyamadım?




Aslında pazartesi günü bir soru sormuştum facebookumdan “Sizce hangi konuda yazı yazayım” diye. Maalesef şimdilik hepinizi üzerek farklı bir konuda yazmaya karar verdim. Hatta o gün o konuda yazmıyorum diye de bir laf etmiştim. Ama bu son zamanlarda yaşadıklarım gördüklerim ve duyduklarım sayesinde öyle bir büyüdüm ki, size anlatamam…

Geçen akşam arkadaşlarımla birlikte fasıla gittik böyle eğlence olsun, hoş sohbet olsun konuşalım diye. İlk önce internet aleminde insanların “tuhaflığından” konu açıldı. Hepsi çok ilginç şeyler yaşadıklarını anlattılar. Hatta bir an duyduklarımla böyle gözlerim yuvalarından fırladı. “Öyle insanlar vardı ki, biz onun IP’sini gördüğümüz halde kendine başka hesaplar açar, kendi yazılarına yorum falan yapardı. Kendi kendisiyle konuşurdu.” Diye… Abi bu şizofrenlik değil de nedir Allah aşkına? Normal bir insan hangi kafayla bunu yapar ya?

Sonra konu iş hayatının olaylarına geldi. Zaten çevremden o kadar çok şey duyuyorum ki ikiyüzlülükle ilgili. Bazen ağzım açık kalıyor böyle, kapatamıyorum dakikalarca şaşkınlıktan. İnsanoğlunun çıkarları için yapamayacağı şey yok gerçekten. Zaten en basiti trafiğe bakın. Hep önce ben gideyim, yol benim olsun, başkasının şeridi tıkanırsa tıkansın ben kendime bakarım olay…. Henüz iş hayatına atılmadım, ama şu “müdür” kavramından şimdiden geriliyorum ben. Kapitalist baskıya pek gelebilen bir insan değilimdir çünkü. Haksızlığa tahammül edemiyorum. Günün birinde müdür falan olsam ne olacak diye düşünüyorum bazen. Emir vermek şart çünkü… Ben daha forumda moderatörlük yaptığım zamanda bile, bir şeyi defalarca yanlış yapmış bir üyeye ciddi bir uyarı yapmam gerekirken “Ee şey canım ya, rahatsız ediyorum, şöyle böyle yapmamak gerekiyormuş” diyen bir adamım. Henüz hazır değilim yani anlayacağınız kötü, sert ve ciddi olmaya. Ama bazı insanlara gereken durum da bu ne yazık ki..

İş hayatının dışında bizzat okul hayatında da yaşıyoruz bu acımasızlığı… Bazı hocalar sadece birkaç kuruş fazladan para için öğrenciyi yaz okuluna, bütünleme sınavlarına falan bırakıyor. Yani, bu yollardan sen de geçtin be hacı, insanı nasıl zor durumda bıraktığını bir bilsen. Geçme notu 50 ilen 47 ile kalmak insan hayatını mahveden bir şey. Tamam haklı oldukları durumlar vardır tabii, ama kusura bakmayın yani. Biz de haklıyız!

Ego denilen şey akıllara zarar… Bazen annemlerle birlikte o kıyafet programlarını izliyorum. Böyle kadınlar geliyor, kendilerini tanıtıyorlar, kişisel özelliklerinden bahsediyorlar falan. Sonra bütün işleri güçleri diğer yarışmacıları ezmek oluyor. Yok şunun poposu şöyle yok şunun bacağı böyle, yok şuna bu elbise yakışmamış. Hele de geçenlerde bir kız vardı, kız alenen kabul etti “ben kendini beğenmiş biriyim, biri bana çok güzelsiniz dediğinde teşekkür ederim biliyorum diyorum” demez mi? Allah’ım o an onun saçından tutup böyle yerlere çalasım geldi. Abi, gerizekalı mısınız? Hof yani!

Kendine güven ve egoizm arasındaki ince çizgiye dikkat etmek gerekiyor. Mesela benim annem kendine güvenin hakkını veren bir insandır. Asla başkalarına kendi hakkı olanı yedirmez, zekidir de. Ama ben hiç başkasını küçük görerek, aşağılayarak kendini yücelttiğini görmedim. Ya da isteyerek ya da bilerek başkasının hakkını yediğini… Belki kıyas yapar ama çirkinleşmez, o çizgiyi çok iyi bilir. Babam ben kendimi bildim bileli çok yardım sever bir insandır. Hele trafikte yayalara falan yol verir yani. Ben elin kıç kadar Acıbadem caddesinde karşıdan karşıya geçmek için 2 dakikadan fazla beklediğimi bilirim. Uzun lafın kısası, ben böyle yetiştim, böyle gördüm, bilmiyorum, o yüzden insanların yaptıkları şeyler bana normal gelmiyor belki de. Tek eksiğim kendine güven sanırım, o da zamanla oturur diye umuyorum.

Böyle bazen dünya senin etrafında dönmüyor diye bağırmak istiyorum bazı insanlara. Mesela işi düştüğünde selam verenlere! Bacım, oğlum, ben senin arkadaşınsam, sen bana bir selam vermeyi çok görmemelisin. Doğum günümde facebookta duvarıma “Doğum günün kutlu olsun.” Yazmayı çok görmemelisin. 4 kelime lan. Ne kadar zor olabilir ki? Ben senden ilyada destanını beklemiyorum, bir selam bekliyorum. Hadi diyelim işin düştü, bari önce bir naber diye sor :D Direkt “ya bıdı bıdı gibi bir durum var, yardım eder misin?” çaresiz ediyorum ne yapacağım. Vardır çünkü benim de öyle yanlışım… Bir arkadaşım yardım almam konusunda ortak bir arkadaşımızı önermişti bir keresinde. Allah’ım böyle bir çekinme yok yani, “Ama ben ....... ile bayadır konuşmadım, şimdi ayıp olmasın, valla bak” diyorum sürekli. Acaba bu psikolojiyi herkes yaşıyor mudur? Yani vicdan rahatsızlığından bahsediyorum. Pek ümitli değilim. Egonun olduğu yerde vicdan pek barınmıyor.

Benim ağzım torba değildir büzemesin genelde. :D Ama sosyal medyada yani. Zaten hiçbir zaman inanmamışımdır “Gelsin yüzüne de söylerim” mantığına. Vardır tabiisi söyleyen de ama yazarak söylediğinizi yüzüne söylerken içinizdeki siniri yansıtamazsınız, çekinirsiniz. Ben de öyleyim biraz. Pat diye konuşurum, kızdım mı kapama tuşum yok. “Ama sonra çok üzülürüm”, acaba kırmış mıyımdır diye. Geçenlerde yaşadım böyle bir olay. Twitterdan bi laf ettim fena patladı bi tarafımda. Demek istediğimi diyemedim. Ama isteyerek yaptığım bir şey değildi. Lafın nereye gideceğini tahmin edemedim. Zaten dersimi de aldım. Bir daha asla yani... Karşı tarafın sinirlenmesi ayrı benim üzülmem ayrı yani… Edilen lafın nereye gideceğini bilmek şart. Bir şeyi yapmadan söylemeden önce dönüp kendine bakacaksın, Maykıl Ceksın da diyor ya “Do think twice” diye. Haklı rahmetli… Şaka derken kaka oluyor.

Bu yazının özeti; insanlardan bıktım anlayacağınız, hocalardan, müdürlerden, üslerden, çıkar arkadaşlığından, çakma siyasetçilerden, yalandan dolandan. Ya yalan söylememek bu kadar kolay olmamalı arkadaş ya! Senin çıkarların için yaptığın şeyler, söylediğin laflar, fena döner geri sana. Bunu her dakika hatırlamak lazım.

Son söz olarak da Paul Auster’ın "Ben insanın diğer yüzünü görünce ilkini hatırlamam." Sözünü buraya çakarım, kapıyı çeker çıkarım sonra da!

Saygılars. Öperimg.